ONUR KAHVECİ
onurkahveci53@gmail.com
Popülerleşen Doğu Karadeniz yaylaları, Karadeniz coğrafyasının müzikleri, HES projeleriyle yıpranan dereler… Bir çoğumuz bulutların üzerinde fotoğraf çekilebilmek için geziler planlıyoruz. Karadeniz müzikleri dinlemek için konserlere gidiyoruz. Bunlar hepimizin gördüğü, bildiği şeyler. Ancak Karadeniz’in zengin kültürü popülerleştikçe bir dizi değişime uğruyor. Teknolojinin gelişmesi ve küreselleşmenin özellikle 90’lı yıllarda başlayan etkisiyle kültürel etkileşim ve geleneksel müzik gün geçtikçe yerini küre-yerel[1] yeni üretimlere bırakıyor. Karadeniz bölgesinin otokton halkları Lazlar ve Hemşinliler’in unutulma tehlikesi altında olan dilleri, kültürlerinin yanı sıra geleneksel müzikleri de küre-yerel üretimlerle birlikte yozlaşıyor. Bu değişim ve etkileşimin burnunu kıvırdığı yöne bakmak gerek, çünkü toplumsal dönüşümler kültürel alanlarda inşa ediliyor. Bu yazının konusunu da bahsettiğim dönüşümün neye dönüştüğünü gösteren somut bir örnek oluşturuyor.
Son zamanlarda tulum ile oynanan horonlarda sıkça karşılaşacağımız bir atma türkünün sözleri “Fatmagul’un suçi yok, biz oni Bihter sanduk”. Alan araştırması için gittiğim memleketim Rize’nin Ardeşen ilçesinde Fırtına deresi kenarında bir alabalık tesisinde oturuyoruz. İstanbul’dan misafir olarak hocam gelmiş. Az önce, buraya en fazla bir saatlik uzaklıktaki bir köyde alan çalışmamla ilgili görüşmelerimizi gerçekleştirmişiz. Destan, ağıt, ninni, atma türküler duymuşuz. Kulağımızda hoş bir tını var. Yaşayan güncellenen geleneğin sesi konuşuyor. Yüreğimiz Havva teyzenin ağıtlarıyla, acılarıyla dolmuş. Yorulmuşuz, hüzünlenmişiz, dertlenmişisiz. O eski günleri yad etmişiz. İmecelerdeki eğlenceyi, köy düğünlerindeki ritüelleri anmışız. Bir taraftan da derenin gür sesiyle çaylarımızı yudumluyoruz.
O sırada bir tur şirketinin otobüsü yanaşıyor tesisin yanına. Son yıllarda oldukça ‘popülerleşen’ yaylaları, vadileri görmeye gelen insanlar indi otobüsten. Popülerleşti dediysem, bölgede kurulan HES’lere karşı yapılan direniş gündemiyle değil elbet. Turistik malzemeye dönüştürülen o güzelliğini kendisi kadar doğal bir varlık olan insandan hiç sakınmadığından bu popülerlik.
15-20 kişilik bir grup, bir rehber eşliğinde. Birkaç fotoğraftan sonra “tulum tulumm” seslerini duyuyoruz kalabalıktan. Tulumcu kalabalığın ortasına geliyor ve tulumu şişirmeye başlıyor. Rehber Karadenizli kimliğiyle horon oyununu yöneten rolünde; komutlar veriyor, insanlara naralar attırıyor. Horon ekibi iyiden iyiye kalabalıklaşıyor. Tulumcu Rize horonunun forasını çalmaya duruyor ki rehber son yılların o meşhur atma türküsünü söylemeye başlıyor. Eskiden atma türkülerin hikayeleri olurdu. İki kişi karşılıklı oturduğunda ya da horonlarda atışırlardı eskiler. Her atma türkünün ayrı bir havası olurdu. Bir bağlamı, yaşanmışlığı, uyumu, ahengi…
tüm katılımcılarla eşlikli söylenerek kulaklarımıza sızan sözler şöyle;
“Bir anlam veremedum
Şu kuşlarun goçine
Biri bana soylesun
Fatmagul’un suçi ne?
Fatmagul’un suçi yok.
Biz onu Bihter sanduk.
Karolini versalar
Oyle bir geçer zaman”
Benim uzun zamandır İstanbul’daki Laz ve Hemşin düğünlerinde duyduğum bir şeydi. Nitekim tulum icracısı olmam bu duruma sebebiyet veriyordu. Hocam için yeni bir şeydi belki, bense ilk defa duymamıştım ama birkaç saat öncesinde duyduğum ağıtlar, destanlar üzerine birlikte düşünme zeminimizi yarattı belki. Hocamla birbirimize baktık. Köyde teyzelerden duyduklarımız, dinlediklerimiz ile bu çok farklıydı.
Bir an durduk, aslında kilitlendik. “Fatmagul’un suçi yok, biz oni Bihter sanduk” cümlesinin eş anlamlısı “Bihter gibi kocasını aldatan bir kadın olduğu için temiz saf Fatmagül’e tecavüz ettik” hikayesini anlatmıyor muydu? Kadına bir eşya muamelesi yapan, erkek oradaydı, tecavüzü meşrulaştıran gülüş oradaydı! İçinde tecavüzü toplumun önüne süsleyerek sunan ve ensest ilişkinin en yoğun yaşandığı meşhur televizyon dizilerinin hikayesi vardı. Toplumun cinsiyet kodlarına bir gönderme miydi? Horondakiler sözleri komik bulmuşlardı anlaşılan. Çünkü kimseden bir tepki gelmiyordu. Belki de onlara Temel ile Dursun fıkralarını hatırlatmıştı. Ya da yıllardır duydukları “Lazlar’ın akılları 12’den sonra çalışmaz” hikayelerini. Bizim de yıllardır bunun bir aşağılama politikası olduğunu kanıtlamaya çalıştığımız o meşhur hikayeyi.
Tur gezginleri uzaklaşırken derenin sesi azalıyordu. Elimizden kayıp giden o gür sesli derelerimiz gibi türkülerimizde yozlaşıyordu. Bizim folklorümüzün sesiydi kayıp giden. Bizim iç sesimiz derin bir şaşkınlıkta kaldı…
“Eskiler güzeldi ah oğlum. Şimdi kimsenin kimseye itimadı yok.”
Havva teyze ağlıyordu kaybettiklerine. Acılarına, hüzünlerine, yaşayamadığı o neşeli günlere.
Zaman Ah’lar, vah’lar etmenin zamanı değil; bir an önce neleri kaybettiğimizin bilinciyle, kültürel miras unutulmadan, tamamen yozlaşmadan sımsıkı sarılmanın zamanıdır. Bizleri, niteliklerimizi, kültürlerimizi yaşatmak hepimizin görevidir.
[1] Evrensel olan ile yerel olanın birlikte sunulması